Peygamber Efendimiz, mücahitlerle Safra yakınındaki Zefiran mevkiine vardığında, Kureyş’in büyük bir orduyla gelmekte olduğunu haber aldı. Böyle bir hareketle karşılacaklarını tahmin etmediklerinden bir anda ne yapmaları gerektiği hususunda karar veremediler. Zira, niyetleri harp etmek değildi. Bunun için bir hazırlıkları da yoktu. Üstelik, alınan istihbarata göre, müşrik ordusu hem sayıca çok, hem silahça onlardan üstün idi.
Mücahitlerle İstişâre
Resûl-i Ekrem, ashabını topladı. Kervanın takip edilmesinin mi, yoksa müşrik ordusuna karşı çıkmanın mı daha uygun olacağı hususunda onlarla istişarede bulundu. Bir kısım mücahit, kervanın takip edilmesinin uygun olacağını ifade etti. Resûl-i Ekrem, bundan hoşlanmadı. O sırada Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer söz alıp, müşriklerin üzerine yürümenin, onlarla harbe girmenin daha muvafık olacağı hususunda konuşunca, Peygamberimiz bundan memnun oldu.
Daha sonra, ensardan Mikdat b. Esved Hazretleri, “Yâ Resûlallah! Rabbin sana neyi emrettiyse onu yap! Vallahi, biz, İsrailoğullarının Hz. Mûsa’ya dediği gibi ‘Git, Rabbinle beraber düşmanlara karşı çık! Biz buradan kımıldamayız’ tarzında bir söz söyleyecek değiliz. Biz sana tâbiyiz”[12]diye konuştu.
Feragat ve cesaret timsâli bu sahabenin sözlerinden memnun olan Resûl-i Ekrem, kendisine hayır duada bulundu.
Bu konuşmalardan sonra, kararın ne mahiyette verileceği artık anlaşılmıştı. Fakat ensarın da bu hususta görüşünü almak gerekiyordu. Çünkü onlar Medine dâhilinde Peygamberimizi ve Müslümanları koruyacaklarına dair söz vermişlerdi. Şimdi ise şehrin dışında bulunuyorlardı. Resûl-i Ekrem, onların bu konudaki görüşlerini sordu.
Ensar nâmına Sa’d b. Muaz Hazretleri söz aldı ve şöyle konuştu:
“Yâ Resûlallah! Biz sana iman ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak olduğuna şehâdet ettik. Bu hususta dinlemek ve itaat etmek üzere sana kesin sözler de verdik.
“Yâ Resûlallah! Nasıl bilirsen öyle yap; biz, seninle beraberiz. Seni hak dinle gönderen Allah’a yemin olsun ki sen bize şu denizi gösterip dalarsan biz de seninle birlikte dalarız! Bizden bir kişi dahi geri kalmaz. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz. Muharebe ânında geri dönmeyiz. Allah’ın bereketiyle yürüt bizi!”[13]
Karar artık kesinlik kazanmıştı: Bir avuç mücahit, her şeye rağmen, kendilerinden gerek sayıca ve gerekse silahça kat kat fazla olan müşrik ordusuna karşı koyacaklardı. Onların sayıca çokluğu, silahça üstünlüğü kahraman sahabelerin gözünü korkutmadı. Kur’an’ın ifadesiyle, “ölümün ağzına girmeyi”[14]seve seve göze alıyorlardı. Onlar, Allah’ın yardımına güveniyorlardı. Allah için mücadele vereceklerinin idrakinde olarak, Din Sahibinin yardımını esirgemeyeceğine gönülden inanıyorlardı.
Mücahitlerin sayısı az, ama imanları ve cesaretleri sıradağlar gibiydi. İstinad noktaları Kâinatın Sahibi idi, reisleri Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (a.s.m.) idi. Böyle bir ordu, elbette her şeyi göze alarak, müşrik ordusuna karşı koymaktan çekinmeyecek ve korkmayacaktı!
Sa’d b. Muaz’ın (r.a.) konuşmasından fevkalâde memnun olan Resûl-i Ekrem Efendimiz, sevinç içinde, ümit dolu bir seda ile mücahitlere, “Yürüyün ve Allah’ın lûtfuyla şâd olun! İşte, Kureyş’in tek tek düşüp uzanacağı yerleri şimdiden görür gibiyim!”[15]diye hitap etti.
Bu konuşma mücahitler üzerinde derin bir tesir icra etti ve heyecanlarını kat kat artırdı. Bedir’e doğru şevkle yol almaya başladılar.
Düşman Ordusu Sayısının Tahmin Edilmesi
İslam ordusu, Cuma gecesi yatsı vakti Bedir yakınına geldi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Şu küçük tepe yanındaki kuyu başında birtakım bilgiler elde edeceğimizi umarım” buyurduktan sonra, Hz. Ali, Zübeyr b. Avvam ve Sa’d b. Ebî Vakkas gibi bazı sahabeleri o tarafa gönderdi.
O sırada müşriklerin sucuları, su taşıyan develeriyle birlikte kuyunun başında bulunuyorlardı. Mücahitler onlardan bazılarını ele geçirdiler.
Huzura getirildiklerinde Efendimiz kendilerine, “Bana Kureyş hakkında malumat veriniz!” dedi.
Onlar, “Vallahi, şu gördüğün kum tepesinin en yüksek, en uzak tarafındadırlar” dediler.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “O topluluk ne kadar vardır?” diye sordu.
“Pek çok” diye cevap verdiler.
Efendimiz tekrar, “Onların sayıları ne olabilir?” dedi.
“Bilmiyoruz” cevabını verdiler.
Bu sefer Peygamber Efendimiz, “Onlar, her gün kaç deve kesiyorlar?” diye sordu.
“Bir gün dokuz, bir gün on…” dediler.
Sonra, “İçlerinde Kureyş eşrafından kimler var?” diye sordu.
Müşrik sucuları, Kureyş ileri gelenlerinden birçoğunun ismini sıralayınca, Resûl-i Ekrem Efendimiz, ashabına dönerek şöyle buyurdu:
“İşte Mekke, ciğerpârelerini size feda etti!”
Sonra, yine adamlara, “Gelirken, Kureyş’ten geri dönenler oldu mu?” diye sordu.
“Evet” dediler. “Benî Zühreler, Ahnes b. Şerîk’le geri döndüler.”
O zaman Peygamber Efendimiz, “O, doğru yolda değilken, ahiret, Allah ve kitabı bilmezken, Zühreoğullarına doğru yolu göstermiştir” buyurdu.[16]
Müşrik İleri Gelenlerin Vurulacakları Yerler
Bedir’e vardığı gece Peygamber Efendimiz, “İnşallah, yarın sabah filanın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İnşallah, yarın sabah filanın vurulup düşeceği yer şurasıdır! İşte şurasıdır, şurasıdır!” buyurdu ve elini o yerlere koyarak müşrik Kureyş reislerinden her birinin nerede katledileceğini birer birer gösterdi.
Hz. Ömer der ki:
“Onlardan hiçbirisi de, Nebiyy-i Ekrem’in elini koyduğu yerlerin ne ilerisinde, ne de gerisinde vurulup düşmediler!”[17]
İslam Ordusunun Bedir’e Önce Gelişi
Resûl-i Ekrem Efendimiz, mücahitlerle, müşriklerden önce Bedir’e vardı ve Bedir kuyusuna en yakın bir yere indi. Karargâhın nerede kurulmasının daha uygun olacağını ashabıyla görüştü.
O zaman, otuz üç yaşlarında bulunan Hubâb b. Münzir ayağa kalktı ve “Yâ Resûlallah! Biz harpçi kimseleriz. Ben, bütün suları kapatıp, bir tek su menbaı üzerine karargâh kurmayı uygun görürüm” diye konuştu. Sonra da, “Yâ Resûlallah! Burası, sana Allah’ın inmesini emrettiği, bizim için ileri gidilmesi veya geri çekilmesi câiz olmayan bir yer midir? Yoksa, şahsî bir görüş neticesi, bir harp tedbiri olarak mı seçildi?” diye sordu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Hayır! Şahsî bir görüş neticesi, bir harp tedbiri icabı olarak seçildi” buyurdu.
Bunun üzerine Hubab, “Yâ Resûlallah! Burada karargâh kurmak pek muvafık değildir. Siz, halkı hemen buradan kaldırınız! Kureyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Ben orayı bilirim. Orada suyu bol ve tatlı bir kuyu vardır. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz yapıp onu suyla dolduralım. Sonra da müşriklerle çarpışalım. Biz, susadıkça havuzumuzdan içeriz. Onlar su bulup içemezler, zor duruma düşerler” diye konuştu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ey Hubab! Doğru olan görüş, senin işaret ettiğindir” buyurarak hemen ayağa kalktı. Mücahitler de derhal ayağa kalktılar. Kureyş müşriklerinin konacakları yerin yakınındaki suyun yanına kadar gittiler.
Sonra, Peygamber Efendimizin emriyle kuyular kapatıldı. Bir havuz yapılıp içerisi kuyu suyuyla dolduruldu ve içine de bir kap konuldu.[18]
.
Video silinirse youtube’da ara: bedir savaşı radyo tiyatrosu
Peygamberimiz İçin Gölgelik Yapılması
Bu arada, Sa’d b. Muaz Hazretlerinin teklifiyle, Resûl-i Ekrem Efendimiz için, hurma dallarından bir gölgelik, yani çadır yapıldı. Peygamber Efendimiz, gölgeliğin altına Hz. Ebû Bekir’le birlikte girdi.
Sa’d b. Muaz Hazretleri de, kılıcını takınıp, ashab-ı kiramdan birkaç zâtla birlikte, gölgeliğin kapısı önünde nöbet beklemeye başladı.[19]
Ordunun Harp Nizamına Sokulması
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Bedir’e gelir gelmez ordusunu harp nizamına soktu. Ordu saf ve hatlarını dikkatle kontrol etti. Müslüman kuvvetler; muhacirler, Evsliler ve Hazreçliler olmak üzere üç kısma ayrılmışlardı. Her biri açtıkları kendi sancakları altında toplanmışlardı. Muhacirlerin sancağını Mus’ab b. Umeyr, Evslilerinkini Sa’d b. Muaz, Hazreçlilerinkini ise Hubâb b. Münzir Hazretleri tutuyordu.[20]
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bütün bunlardan sonra ordusuna şu tâlimatı verdi:
“Hatlarınızı bırakıp ayrılmayınız! Bir yere kımıldamadan yerlerinizde sebat ediniz. Ben emir vermedikçe savaşa başlamayınız. Oklarınızı, düşman size yaklaşmadan kullanıp israf etmeyiniz. Düşman kalkanını açtığı zaman okunuzu atınız. Düşman iyice sokulunca elinizle taş atınız. Daha da yaklaşırsa mızrak ve kargılarınızı kullanınız. Kılıç en sonunca düşmanla göğüs göğüse gelindiği vakit kullanılacaktır.”[21]
Mücahitlerin her biri, bulunduğu yere taş yığınakları yapmıştı. Müdafaa harbinde bulunacakları için, bu, çok işe yarayacaktı. Düşman bundan mahrumdu; çünkü taarruz taktiğini uyguluyordu. Dolayısıyla, hücum esnasında çok çok birkaç taş taşıyıp atabilirlerdi.
Dua ve İbâdet ile Geçirilen Gece
Harpten bir önceki gece idi.
Peygamber Efendimiz, kendisi için yapılan gölgelikteydi. Bütün gecesini Kadîr-i Zülcelâl’e ibadetle geçirmişti. Arkasından, Rabb-i Rahîm’ine ellerini açarak, kâinatı ağlattıracak kadar hazin, arz ve semâya gözyaşı döktürecek kadar tesirli şu duasını yaptı:
“Allahım! Bana yaptığın vaadini yerine getir!
“Allahım! Bu bir avuç Müslüman mücahit helâk olursa, artık sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz.”[22]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, vakit namazlarında da aynı duayı tekrarlıyordu. Bu duayı duyan mücahitler ise, heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi.
İki Ordu Karşı Karşıya
Resûl-i Ekrem, ordusuna âit hazırlıkları tamamlamıştı. O sırada, müşrik ordusu da Bedir mevkiine çıkıp geldi.
Manzara oldukça düşündürücü ve ibretli idi. Zira, birbirleriyle amansızca çarpışacak olanların çoğu akraba idi. Kardeş kardeşle, baba oğulla, dayı yeğenle kıyasıya vuruşacaktı.
Düşman ordusu artık saf bağlamıştı.
Peygamber Efendimiz de, gölgeliğinden çıkarak, ordusunu son bir defa dikkatle teftişten geçirdi. Her şey istediği gibi düzgün ve intizamlı idi. Ne var ki düşman sayıca ve silahça üstündü. Zâhire bakılırsa, müsâvî bir mücadele verilemeyeceği kanaatini uyandırıyordu. Ama mücahitler, asla ümitlerini yitirmiyor, harbin her şeye rağmen lehlerinde neticeleneceğine gönülden inanıyorlardı.
Muhacirlerden İlk Şehit
Harp âdeti üzere, önce her iki taraftan teke tek çarpışacaklar ortaya çıkacaktı. Fakat müşrikleri heyecana getirmek için ortaya atılan Amir b. Hadremî, harp usûlüne muhalefet ederek, mücahitlere doğru bir ok attı. Ok, muhacir Müslümanlardan Mihca Hazretlerine isabet etti ve orada İslam ordusu ilk şehidini verdi. Resûl-i Ekrem, “Mihca, şehitlerin efendisidir” buyurarak İslam’ın bu ilk şehidini tebcil etti.
Mihca Hazretlerinin şehâdeti havayı birdenbire elektriklendirdi. Bu sırada müşrik ordusundan, Rabiaoğulları Utbe ve Şeybe ile Utbe’nin oğlu Velid ortaya atılarak er dilediler.
Benî Neccâr’dan Afra isminde bahtiyar İslam kadınının yedi oğlu vardı ve yedisi de Bedir’de hazır bulunuyordu. Onlardan ikisi, Muaz ve Avf ile Resûlullah’ın şâiri Abdullah b. Ravaha Hazretleri onlara karşı çıktılar.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, Müslümanlarla müşrikler arasındaki bu ilk çarpışmada, ensarın müşriklerle karşılaşmasını arzu etmiyordu.
Müşrikler, “Siz kimlersiniz?” diye sordular.
Onlar, “Ensardan filan ve filanız” diye cevap verdiler.
Müşrikler, “Bizim sizinle işimiz yok. Biz, Abdülmuttaliboğullarından, amcalarımızın oğullarıyla çarpışacağız” dediler. Sonra da Peygamber Efendimize hitaben, “Yâ Muhammed! Sen, bizim karşımıza, kavmimizden dengimiz olanı çıkar!” diye konuştular.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, ensar gençlerine saflarına dönmelerini emir buyurdu ve kendilerine dua etti. Sonra da, “Kalk yâ Ubeyde! Kalk yâ Hamza! Kalk yâ Ali!” diye emretti.[23]
Müşriklerin Yere Serilmeleri
Resûl-i Kibriya Efendimizden emir alan adı geçen üç kahraman sahabe, derhal kalkıp meydana çıktılar. Miğferli oldukları için, Utbe onları tanıyamadı.
“Kendinizi tanıtınız da, dengimiz olup olmadığınızı bilelim! Dengimiz iseniz sizinle çarpışalım” diye seslendi.
Üç kahraman sahabe de isim ve şöhretlerini söyleyince, müşrikler, “Evet, sizler bizim şerefli denklerimizsiniz. Buyurun!” deyip kılıçlarını sıyırdılar.
Ubeyde b. Hâris, Utbe b. Rabia’yla; Hz. Hamza, dengi Şeybe b. Rebîa’yla ve Hz. Ali ise, Velid b. Utbe’yle çarpışacaktı.
Böyle Kureyş ileri gelenlerinden bahadırlıklarıyla meşhur olan altı büyüğün mübarezeleri, o vaktin hükmüne göre seyre değer hadiselerden sayılırdı. Buna binaen, iki taraf, cenge hazır, kiminin ok yayı elinde ve kiminin eli kılıcının kabzasında olduğu halde, bu bahadırların vuruşmasına göz dikip temâşâya durdular.
Teke tek vuruşma şimşek süratiyle başladı. Hz. Hamza ile Hz. Ali, birer hamlede hasımlarını yere serip öldürdüler. Hasımlarını bir hamlede öldüren Hz. Hamza ile Hz. Ali, bu sefer dönüp Hz. Ubeyde’nin yardımına koştular. Utbe’nin de işini bitirerek, Ubeyde Hazretlerini alıp Resûl-i Kibriya Efendimizin huzuruna getirdiler.
Ayağından yaralı, kanlar içinde olan Hz. Ubeyde, Peygamber Efendimizin huzuruna geldiğinde, “Yâ Resûlallah, ben şehit miyim?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Evet, şehitsin” buyurdu ve yerinin Cennetü’l-Firdevs olduğunu müjdeledi.[24]
Bu müjdeyi alan Ubeyde Hazretleri, ayağının kesilmesini hiçe saydı ve memnun olup, din-i İslam uğrunda çektiği eza ve cefalardan dolayı asla üzülmediğine dair güzel beyitler söyledi. Yarası fazlasıyla ağır olduğundan, Bedir’den dönülürken yolda vefat etti. Oraya defnedildi.[25]
Adamlarının bir bir yere serildiğini gören müşrikleri, büyük bir dehşet sardı. Birdenbire ne yapacaklarını şaşırır hale geldiler. Ebû Cehil ise, onları teselli etmeye, toparlamaya çalışıyordu.
Allah yolunda çarpışmayı “en büyük şeref” telâkki eden Müslüman mücahitler ise, adeta heyecanlarından yerlerinde duramaz hale gelmişlerdi. Bir an evvet muharebeye başlamak, müşriklere hadlerini bildirmek istiyorlardı.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, adeta mücessem iman halini almış bu bir avuç mücahidin haline bakarak, Cenab-ı Hakk’a şöyle içli niyazda bulundu:
“Allahım! Onlar yaya ve yalın ayaktırlar; Sen, onlara binecek ver!
“Allahım! Onlar çıplaktırlar; Sen, onları giyindir.
“Allahım! Onlar açtırlar; Sen, onları doyur!
“Allahım! Onlar fakirdirler; Sen, onları fazlın ve keremin ile zengin eyle!”[26]
Sonra da, dilinden düşürmediği duasını tekrarladı: “Allahım! Bana yaptığın vaadini yerine getir! Allahım! Bu bir avuç mücahidi helâk edersen, artık Sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz!”
Hz. Ebû Bekir ile Oğlu
Manzara oldukça ibretli idi.
Mus’ab b. Umeyr Müslümanlar safında muhacirlerin sancaktarı iken, kardeşi Ebû Azîz İbni Umeyr ise müşrik ordusunun birinci bayraktarıydı.
Daha garibi de vardı: Hz. Ebû Bekir, oğlu Abdullah’la Müslümanlarsafında bulunurken; diğer oğlu Abdurrahman ise, Kureyş müşrikleri arasındaydı. Cesareti ve keskin ok atıcılığı ile meşhur olan Abdurrahman, bir ara ortaya atılıp er dileyince, Hz. Ebû Bekir ayağa kalktı; Hz. Resûlullah’tan, oğluyla çarpışmak üzere müsaade istedi.
Fakat Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Yâ Ebâ Bekir! Bilmez misin ki sen, benim görür gözüm ve işitir kulağım yerindesin!” buyurarak izin vermedi ve yanından ayırmadı.
Hz. Resûlullah’tan, oğluyla kılıç kılıça dövüşmek için izin alamayan Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.), hiddetli hiddetli oğluna, “Ey Abdurrahman! Bana olan münâsebetin nerede kaldı?” diye seslendi.
Abdurrahman ise, “Aramızda silahtan, uzun, yüğrük attan ve kılıçtan başka bir şey kalmadı”[27]diye cevap verdi.
Harp Başladı
Tarih, 17 Ramazan Cuma günü sabah saatleri…
Artık iki ordu, olanca güç ve kuvvetleriyle birbirine saldırmaya geçmişti.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, mücahitleri Allah yolunda cihada teşvik eden konuşmalar yapıyor, şehit düşenlerin makamlarının cennet olacağını müjdeliyordu. “Zafer bizimdir!” diyerek de, her zaman mücahitlerin gayret ve ümitlerini hep aynı canlılıkta tutmaya ihtimam gösteriyordu. Zaman zaman da ordunun önüne geçip bilfiil cesaretini göstererek, mücahitlerin de cesaretini artırıyordu.
Hz. Ali der ki:
“Bedir günü harp şiddetlendiği zaman, Resûlullah’a sığınmıştık! O gün, halkın en cesaretlisi, en kahramanı o idi! Müşriklerin saflarına ondan daha yakın kimse yoktu!”[28]
Hâris b. Süraka’nın Şehit Düşmesi
Hazreç kabilesinden Hâris b. Süraka adındaki genç, ordunun gerisinde su havuzunun başında bulunuyor ve vuruşmayı temâşâ ediyordu. Düşman tarafından atılan bir ok, ön saftaki mücahitlerin üzerinden geçerek ona isabet etti ve orada şehit oldu. İşte, ensardan ilk şehit düşen, bu zâttır.
Harp safında bulunan mücahitleri aşıp giden bir okun, gerideki Haris’e isabet edip onu şehit etmesi, hepsi için bir ibret dersi oldu.
Peygamberimizin Mücahitleri Harbe Teşviki
Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu. Resûl-i Ekrem ise, durmadan mücahitleri harpte sebat etmeye çağırıyordu: “Muhammed’in varlığı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki bugün Allah’ın rızasını umarak sabır ve sebat göstererek çarpışanları ve arkasına dönmeden ilerlerken öldürülenleri, Allah muhakkak cennetine koyacaktır!”
Umeyr’in Şehit Düşmesi
Ensardan Umeyr b. Humam Hazretleri, elinde hurmasını yerken Resûlullah’ın bu müjdesini işitti ve “Ne iyi, ne iyi! Cennete girmek için, şu heriflerin elinde ölmekten başka bir şey lâzım değilmiş” diye konuşarak elindeki hurmaları yere attı ve hemen kılıcını sıyırarak, şehâdetin faziletine ve ahiret hayatının ehemmiyetine dair müessir beyitler söyleyip düşmanın üzerine hücum etti. Gidiş, o gidiş oldu. Bir daha geri dönmeyen Umeyr, birçok müşriği öldürdükten sonra, kendisi de arzuladığı şehâdet mertebesine ulaştı.
Bir Mucize
Çarpışma bütün şiddetiyle devam ederken, Resûl-i Kibriya Efendimiz, yerden bir avuç ince kum alıp küffar ordusunun üzerine attı ve “Yüzleri kara olsun! Allahım, kalplerine korku sal, ayaklarına titreme ver!” diye dua etti.[29]
“Yüzleri kara olsun!” sözü bir kelâm iken, onlardan her birinin kulağına gitmesi gibi, o bir avuç kum dahi her bir müşriğin gözüne gitti. Hücumu terk edip gözleriyle meşgul olmaya başladılar.
Kur’an-ı Azîmüşşan, bu mucizeyi şu ayetiyle ilan eder:
“Onları siz değil, Allah öldürdü! Onları (kumları) attığın zaman da, sen atmadın, Allah attı!”[30]
Evet, Resûl-i Kibriya’nın avucunda küçücük taşlar zikir ve tesbih ettiği gibi, aynı avucuna alıp attığı kum ve küçücük taşlar da düşmana el bombası hükmüne geçiyor ve onları dehşete düşürüyordu!
Peygamberimizin Münâcâtı ve Meleklerin Yardıma Gelmesi
Peygamber Efendimiz, bir taraftan mücahitler arasında dolaşıp cihada olan aşk ve şevklerini artırıcı konuşmalar yapıyor, bir taraftan da kıbleye yönelerek Yüce Mevlâsına yalvarıyordu: “Allahım! Bana vadettiğin yardımı lûtfet!”
Bu münâcâtı esnasında bir ara öylesine kendinden geçti ki ridâsı mübarek omuzlarından kayıp düştüğü halde farkına varmadı. Yanından ayrılmayan Hz. Ebû Bekir, ridâsını yerden alıp mübarek omuzlarına koydu ve “Yâ Resûlallah! Rabbine ettiğin niyaz yetişir. Şüphesiz, O, sana olan vaadini yerine getirecektir” diye konuştu.[31]
Bir müddet sonra Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Müjde ey Ebû Bekir! Sana Allah’ın yardımı geldi. İşte, şu, Cebrail’dir. Kum tepeleri üzerinde atının dizginini tutmuş, silahlanmış, emir bekliyor!” diye buyurdu.
Kur’an-ı Azîmüşşan, bu vak’ayı da şöyle hatırlatır:
“Siz, (sayı, silah ve binekçe düşmandan çok) az ve zayıf iken, Allah, size Bedir’de kat’î bir zafer verdi. Allah’tan sakının; ta ki şükretmiş olasınız!
“O vakit sen, mü’minlere, ‘İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size imdat etmesi yetişmez mi?’ diyordun.”[32]
Rivayet edilmiştir ki o esnada, benzeri görülmedik, gayet şiddetli bir rüzgâr çıktı. Göz gözü görmez oldu. Sonra geçip gitti. Arkasından ikinci bir rüzgâr daha çıktı ve o da geçip gitti.
Bu, Cebrail (a.s.) emrindeki üç bin meleğin gelip Resûl-i Kibriya Efendimizin yanında, sağında ve solunda yer alışının tezahürü idi.
Melekler, başlarına beyaz sarıklar sarmışlar, sarıkların uçlarını ise arkalarına salıvermişlerdi. Yalnız, Hz. Cebrail’in (a.s.) sarığı sarı idi. Meleklerin hepsi alaca renkte atlara binmişlerdi.
Mücahitlerin Kahramanca Çarpışmaları
Parolaları “Yâ Mansur! Emit” olan mücahitler, düşmanla kahramanca çarpışıyor, hücum ve hamleleriyle düşman saflarını yarıyorlardı.
Hususan Hz. Hamza ile Hz. Ali (r.a.), son derece kahramanca ve cesurca müşriklere hücum ediyorlar ve düşmanın hangi koluna hücum etseler yarıp geçiyorlardı. Hz. Hamza, iki elinde iki kılıç önüne geleni bir hamlede yere seriyordu. Bu iki kahraman sahabe, müşrik ileri gelenlerinden birçok kimseyi kılıçlarıyla öldürdüler.
Ebû Cehil’in Öldürülmesi
Müslümanların büyük düşmanı olan Ebû Cehil’i öldürmek bir iftihar vesilesi olacağından, mücahitlerden her biri onu bulup öldürmek istiyordu. Hatta Ebû Cehil zannıyla, Hz. Hamza, müşriklerin reislerinden, Mahzumoğullarından Hâlid b. Velid’in biraderi olan Ebû Kays İbn Velid’i ve Hz. Ali yine Benî Mahzum’dan Abdullah İbni Münzir’i öldürmüşlerdi.
Ebû Cehil, yetmiş yaşında, korkunç yüzlü, inatçı ve mütemerrid bir İslam düşmanıydı. “Anam beni bugün için doğurmuş!” diyerek cesaretini izhar ediyor ve askerini harbe sürüyordu.
Mahzumoğulları, müşriklerden birçok kimsenin öldürüldüğünü görünce, Ebû Cehil’in etrafını deve sürüsü gibi sarmışlardı. Ne pahasına olursa olsun onu koruyacaklardı.
Harp bütün şiddetiyle devam ediyordu.
Hz. Abdurrahman b. Avf, harp safında sağına soluna bakınca, ensar gençlerinden iki delikanlıyı gördü.
Onlardan biri kendisine yaklaşarak, “Ey amca! Sen Ebû Cehil’i tanır mısın?” diye sordu.
Abdurrahman b. Avf, “Evet, tanırım. Ne yapacaksın onu?” deyince, genç şu cevabı verdi:
“Allah’a söz verdim: Ebû Cehil’i gördüğüm gibi üzerine yürüyüp, ya onu öldüreceğim yahut bu uğurda şehit olacağım!”
Abdurrahman b. Avf Hazretleri, gencin bu azim ve kahramanlığını hayretle takdir ederken, diğer genç de yanına yaklaşıp aynı şeyleri söyledi.
Abdurrahman b. Avf, önceleri kendi kendine, “Harp safında iki çocuk arasında kaldım!” derken onların bu cesurca sözlerine hayret etti.
Bu iki genç, Afra Hâtun’un harbe iştirak etmiş yedi oğlundan ikisi olan Muaz ve Muavviz idiler.
O sırada Abdurrahman b. Avf’ın (r.a.) gözü, müşrikler arasında dolaşıp duran ve Mahzunoğulları yiğitleri tarafından korunan Ebû Cehil’e ilişti. Soran gençlere göstererek, “İşte, aradığınız Ebû Cehil!” dedi.
İki kahraman fedai, derhal kılıçlarını sıyırıp, Ebû Cehil’in bulunduğu tarafa doğru yürüdüler.
Bu iki genç gibi birçok mücahit de Ebû Cehil’i öldürme fırsatını kolluyordu. Gençlerin Ebû Cehil’e yetişmesinden önce, onu başından beri gözetleyip duran, ensardan Muaz b. Amr b. Cemûh, o esnada bir fırsatını bulup Ebû Cehil’in ayağına bir kılıç darbesi indirdi. Ebû Cehil’in oğlu İkrime de kılıcıyla onun elini kolunu yaraladı. Bu kahraman sahabe der ki:
“Elim, derisinde sallandı kaldı. Çarpışmanın şiddeti bana onu unutturdu. O gün kesik elimi arkama atıp, hep çarpıştım durdum. Bana fazla zahmet verince de, ayağımla üzerine bastım, sallanan kolumu koparıp attım!”[33]
Muaz b. Amr b. Cemûh’un yaralanmasından sonra iki genç kardeş olan Muaz ile Muavviz de, Ebû Cehil’in yanına vardılar. Üzerine hücum ederek kılıç darbeleriyle yere serdiler, öldü zannıyla da bırakıp gittiler.
“Ebû Cehil, Bu Ümmetin Firavunudur!”
O esnada Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Acaba Ebû Cehil, ne yaptı, ne oldu? Kim gidip bir bakar?” buyurarak, ölüler arasında onun araştırılmasını emretti.
Mücahitler aradılar, fakat bulamadılar.
Peygamber Efendimiz yine “Arayınız! Benim, onun hakkında sözüm var. Eğer siz, onun ölüsünü teşhis edemezseniz, dizindeki yara izine bakınız” buyurduktan sonra sözlerine şöyle devam etti:
“Bir gün onunla Abdullah b. Cüd’a’nın ziyafetinde bulunuyorduk. Ben, ondan cüssece biraz büyükçe idim. Sıkışınca, onu ittim. İki dizi üzerine düştü. Dizinden birisi yaralandı ve bu yaralanmanın izi, uru dizinden kaybolmadı!”[34]
Bunun üzerine Abdullah İbni Mes’ûd Hazretleri, Ebû Cehil’i aramaya gitti. Onu son nefesinde, can çekişirken gördü. Kendisine, “Ebû Cehil sen misin?” dedi. Sonra da boynuna ayağıyla bastı ve “Ey Allah’ın düşmanı! Nihayet Allah seni hor ve hakir etti! Gördün mü?” dedi.
Can çekiştiği halde Ebû Cehil, “Ey koyun çobanı! Pek sarp yere çıkmışsın. Büyük bir kişinin, kavim ve kabilesi tarafından öldürülmesi, hemen şimdi olan bir şey değildir! Sen bana bugün zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber ver” dedi.
İbni Mes’ûd Hazretleri, “Nusret ve galebe, Allah ve Resûlü tarafındadır!” diyerek, son nefesinde onu ye’se düşürdü. Böyle bir cihetten mey’us olan Ebû Cehil, bir kere daha küfrünü kustu:
“Muhammed’e söyle ki şimdiye kadar onun düşmanı idim; şimdi düşmanlığım bir kat daha arttı!”
Bunun üzerine, İbni Mes’ûd Hazretleri, hemen başını kesti.
Böylece, Ebû Cehil, son nefeste bile imana gelmedi, küfür ve dalâlette ısrar edip cehennemi boyladı.
İbni Mes’ûd (r.a.), başını alıp huzur-u Nebevî’ye getirdi.
“İşte, Allah’ın düşmanı Ebû Cehil’in başı!” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kuluna yardım eden, dinini üstün kılan Allah’a hamdolsun!” dedikten sonra, “Bu ümmetin Firavunu, işte budur!” buyurdu.[35]
Ebû Cehil’in öldürülmesinden sonra, müşrik ordusunda Müslümanlara karşı koyacak pek kimse kalmadı. Bu arada, azılı müşrik Ümeyye b. Halef de, Mekke’de merhametsizce işkenceye uğrattığı Bilâl-i Habeşî (r.a.) tarafından yere serilince, Kureyş ordusu fena halde bozuldu. Müşrik askerleri gerisingeri kaçmaya başladılar. Kaçanlar o anda kurtuldular, ele geçirilenler ise esir alındılar.
[13] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 267; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 14.
[14] Enfâl, 5-6.
[15] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 267.
[16] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 268; Vakidî, a.g.e., s. 37-38.
[17] Müslim, Sahih, c. 5. s. 170.
[18] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 272; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 567-568.
[19] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 15.
[20] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 14.
[21] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 15; İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 272; İbn Hacer, el-İsabe, c. 2, s. 235.
[22] Taberî, Tarih, c. 2, s. 269.
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 277; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 17.
[24] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 17.
[25] İbn Abdi’l-Berr, el-İstiab, c. 3, s. 1021.
[26] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 20.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 291.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 23.
[29] İbn Hişam, a.g.e., c. 2. s. 280.
[30] Enfâl, 17.
[31] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 601-602; Müslim, Sahih, c. 5. s. 156-157.
[32] Âl-i İmrân, 123-124.
[33] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 287-288; Taberî, Tarih, c. 2, s. 284.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 288; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 284.
[35] Zehebî, A’lâmü’n-Nübelâ, c. 1, s. 346.