Sabaha yakın, Peygamber Efendimiz, ordusuyla birlikte Şeyheyn’den ayrıldı ve Uhud’a doğru yürüdü. Artık her iki ordu da birbirini fark edebiliyordu.
Düşman karşıda görünüyordu. Mücahitler cephesinde sabah ezanı göklere dalga dalga yayılıyordu. Saf bağlayan Müslümanlar, Hz. Resûlullah’ın arkasında silahlarını çıkarmadan düşmanlarının gözleri önünde namazlarını eda ettiler.
Bu arada Peygamber Efendimiz, tedbir babında, zırhının üzerine ikinci bir zırh, takyesinin üzerine ise miğfer giydi.[22]
Münafıkların Ordudan Ayrılması
Artık iki ordu karşı karşıya gelmişti. Her biri harp nizamıyla meşgul oluyordu.
Bu sırada oraya kadar çekine çekine korku içinde gelmiş bulunan Abdullah b. Übey b. Selûl, ortaya atıldı ve “Muhammed, rey ve görüş sahibi olmayan gençlerin sözünü dinledi, benim sözümü dinlemedi! Ey ahali! Bir türlü anlayamıyorum; şuracıkta biz ne diye canımızı vereceğiz?”[23]deyip, kavminden ve münafıklardan üç yüz kadar askerle geri döndü.
Münafıkların ayrılmasıyla, İslam ordusu yedi yüz kişiden ibaret kaldı. Kureyş ordusunun dörtte biri kadar…
Abdullah b. Übey, münafıklardan bir grupla İslam ordusundan ayrılmakla kalmadı; sâir Müslümanları da tesir altına almaya çalıştı. Onun geri döndüğünü gören Hazreç kabilesine mensup Selimeoğulları ile Evs kabilesine mensup Hariseoğulları da geri dönmeye niyetlendiler. Fakat Allah’ın inayeti yetişti ve onları bu tereddütlerinden kurtardı.
Kur’an-ı Azîmüşşan’da bu hususla ilgili olarak şöyle buyrulur:
“O zaman içinizden iki birlik zaaf göstermek istemişti. Hâlbuki, onların yardımcısı Allah’tı (Allah, rahmetiyle, onlardan bu gevşekliği giderdi). Mü’minler, ancak Allah’a güvenip dayanmalıdır.”[24]
Münafıklarla İlgili İnen Ayet
Münafıkların, harp meydanında İslam ordusundan ayrılıp Medine’ye geri dönmeleri üzerine ise, şu meâldeki ayetler nâzil oldu:
“İki ordu karşılaştığı gün size gelen musibet Allah’ın emriyle geldi. Bu, Allah’ın mü’minleri ayırt etmesi, münafık olanları da açığa vurması içindi. Onlara, ‘Geliniz, Allah yolunda muharebe edin yahut (hiç olmazsa düşmanın kendinize ve ailenize saldırmasını) önleyin’ denildi de, ‘Biz muharebe etmeyi bilseydik elbette arkanızdan gelirdik!’ dediler. Onlar, o gün imandan ziyade küfre yakındılar. Ağızlarıyla, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Onlar ne gizlerse, Allah çok iyi bilendir!”[25]
Muhayrık’ın İslam Ordusuna Katılışı
Muhayrık, büyük bir Yahudi âlimi idi. Medine’de bol serveti vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimizi, mukaddes kitaplardaki sıfatlarıyla tanırdı. Fakat kavminden çekindiği ve dininin tesirinden kendisini bir türlü kurtaramadığı için bu sıfatları açıklamıyordu. Bu durumu Uhud Harbi’ne çıkışa kadar devam etti.[26]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, mücahitlerle Uhud Gazâsı’na çıktığı sıradaydı.
O âna kadar bildiğini açıklamayan Muhayrık, “Ey Yahudi cemaati! Vallahi, siz Muhammed’in peygamber olduğunu, ona yardım etmenin, üzerinize düşen bir vazife ve yerine getirmeniz gereken bir hak olduğunu pekâla bilirsiniz!” dedi.
Yahudiler, “Bugün, Cumartesi günüdür! Hiçbir şeyle meşgul olunmaz” diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Muhayrık, kılıcını ve harçlığını yanına aldı. Akrabasından birisine, “Eğer bugün öldürülürsem, mallarımın hepsi Muhammed’indir! O dilediğini yapmaya serbesttir” diyerek vasiyette bulundu ve gidip İslam ordusuna katıldı. Şehit düşünceye kadar da müşriklerle çarpıştı.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Muhayrık, Yahudi ırkından, hayırlı bir kişidir” buyurdu.[27]
Muhayrık’ın vasiyeti üzerine, Peygamber Efendimize kalan mülkleri, Bisab, Safiye, Delâl, Hüsna, Avaf, Bürka ve Meşrebe adlarını taşıyan yedi bahçe ve bostan idi.[28]
Muhayrık’ın mallarını teslim alan Efendimiz, onların hepsini vakfetti. Medine’deki vakıfları umumîyetle Muhayrık’ın mallarındandı.[29]
İslam Ordusu Karargâhı
Günlerden Cumartesi idi.
Peygamberimiz atından indi, yürüyerek sayıca az, iman ve cesarette büyük ordusunun saflarını bizzat tanzim etti. Sağ ve sol kanadı düzene soktu. İslam ordusunun arkasında Uhud dağı vardı. Yüzü ise Medine’ye doğru idi.[30]
Resûl-i Kibriya Efendimiz, bu arada, oldukça mühim bir yer olan Ayneyn tepesine elli muharipten teşekkül eden bir okçu müfrezesini vaziyet almak üzere vazifelendirdi.
Başlarına Abdullah b. Cübeyr’i tayin etti. Vazifeleri, Uhud ile Ayneyn tepesi arasındaki geçidi muhafaza etmek, düşmanın burada İslam ordusunu arkadan sarmasına fırsat vermemekti.[31]
Resûl-i Ekrem, okçulara şu emri verdi:
Düşmanı yendiğimizi görseniz de, size haber vermedikçe, adam göndermedikçe yerlerinizden asla ayrılmayınız. Düşmanın bizi mağlup ettiğini görseniz de, yine kesinlikle yerinizi terk edip, ‘Yardımlarına koşalım’ demeyiniz.[32]
Bu emir ve tâlimatını iki sefer tekrarlayan Peygamber Efendimiz, daha sonra okçulara, “Kuşların cesetlerimizi kapıştıklarını görseniz dahi, ben size adam göndermedikçe asla yerinizden ayrılmayınız”[33]emrini verdi.
Resûl-i Kibriya’nın emri ve tâlimatı böylesine net ve kesindi.
İki Ordu Karşı Karşıya
İki ordu da artık harp nizamına girmiş ve karşılıklı bekliyorlardı.
İslam ordusunda, Zübeyr b. Avvam zırhlı kuvvetlerin, Hz. Hamza ise zırhsız askerlerin başında vazifeliydi.
Müşrik ordusunun sağ ve sol kumandanı Hâlid b. Velid, sol kol kumandanı ise Ebû Cehil’in oğlu İkrime idi. Süvari birliklerinin başında Safvan b. Ümeyye, okçuların başında ise Abdullah b. Ebî Rebîa bulunuyordu.[34]
Müşrik ordusu cephesinde gürültü ve şamatanın bini bir paraydı. Gönülleri intikam hırsıyla dolu kadınlar, türküler, şarkılar söyleyerek ve defler çalarak müşrikleri coşturmaya çalışıyorlardı.
İslam ordusu cephesi ise dualar, tekbirler, âminlerle inliyordu. Allah’tan yardım dileniyor, nusretini ihsan etmesi niyaz ediliyordu. Resûl-i Kibriya Efendimiz de, hitabesinde, onları cihada, Allah yolunda savaşa, bu yolda sabır ve sebata, her şeye rağmen gayretle çalışmaya teşvik ve davet ediyordu. Gönülleri imanla dolu, gözlerinden cesaret kıvılcımları sıçrayan mücahitler, bir an evvel “hücum” emrini heyecanla bekliyorlardı. Ya vurulup şehit olarak Allah’ın huzuruna çıkmak ya da müşrik topluluğunu yerle bir etmek için adeta yerlerinde duramıyorlardı.
Tek Tek Vuruşma
Taraflar birbirlerine oldukça yaklaşmışlardı.
Bu sırada Kureyş ordusunun sancaktarı Talha b. Ebî Talha ortaya atılarak, kendinden emin, mağrurane bir eda ile seslendi:
“Benimle çarpışmaya er meydanına kim çıkar?”
Karşısına “Esedullah” unvanının sahibi Hz. Ali çıktı ve “Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki seni kılıcımla cehenneme göndermedikçe veya kılıcınla cennete girmedikçe seni bırakmayacağım!” diyerek hasmına şiddetli bir kılıç darbesi indirdi. Başını çenesine kadar yarıp ikiye ayırdı. Talha yere yıkılınca, Hz. Ali geri döndü. Mücahitler, “Neden onun başını gövdesinden ayırmadın?” diye sordular.
Hz. Ali, “Yere düşünce, edep yeri bana taraf açıldı. Ondan hemen yüzümü çevirdim. İyi biliyorum ki Allah, onu yaşatmayacak, öldürecektir” diye cevap verdi.
Kureyş sancaktarının yere serilmesine Peygamber Efendimiz ve mücahitler son derece sevindiler ve bu sevinçlerini tekbirler getirerek izhar ettiler.
Hz. Hamza’nın, İkinci Sancaktarı Yere Sermesi
Talha yere serilince, Kureyş müşriklerinin sancağını kardeşi Osman b. Ebî Talha aldı. Ona karşı da Hz. Hamza çıktı ve omuzundan kılıçla vurup kolunu kesti.
Bu sefer sancağı yine Abduddaroğullarından Ebû Sa’d b. Ebî Talha aldı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Sa’d’a karşı da Hz. Ali’yi çıkardı. Çarpışmadan galip çıkan, yine Hz. Ali oldu. Ebû Sa’d, “Esedullah”ın kılıç darbeleri arasında can verdi.
Sa’d öldürülünce Kureyş sancağını hemen Müsâfi’ b. Talha b. Ebî Talha eline aldı. Onu da Âsım b. Sâbit Hazretleri okla vurup öldürdü. Ondan sonra Kureyş müşriklerinin sancağını Hâris b. Ebî Talha aldı. Âsım b. Sâbit Hazretleri, onu da bir okla yere serdi.[35]
Haris’ten sonra sancağı Kilâb b. Talha aldı. Onu da, Zübeyr b. Avvam (r.a.), bir hamlede yere serdi.
Bu sefer sancağı Cülâs b. Talha aldı. Onu da Talha b. Ubeydullah Hazretleri öldürdü.
Abduddaroğullarından baba, oğul, kardeş ve amca olan tam yedi kişi, Kureyş müşriklerinin sancağı altında iken, kahraman mücahitler tarafından böylece yere serildiler.
Bundan sonra sancağı yine Abduddaroğullarından Ertat b. Şürahbil aldı. O da Hz. Ali’nin amansız darbeleriyle yere yıkıldı. Sonra sancağı Şurayh b. Kâriz aldı. O da ashab-ı kiramdan biri tarafından öldürüldü.
.
Video silinirse youtube’da ara: uhud savaşının anlatımı
Sancaktarlarının bir bir yere serildiğini gören Kureyş müşriklerini bir dehşet ve korku sardı. Öyle ki sancaklarının yanına bile kimse yanaşmaya cesaret edemiyordu. Sonunda onu Alkame kızı Amre yerden alıp Kureyşlilere teslim etti.[36]Abduddaroğullarından sancağı tutacak kimse bulunmadığından, yine onların kölelerinden Suvab sancağı taşıdı. Kuzman, vurup onun sağ elini kesti. Suvap sancağı sol eline aldı. Kuzman sol elini de kesti. Bunun üzerine Suvab sancağı kol ve pazılarıyla tutmaya çalıştı; fakat daha fazla dayanamayıp arkaüstü yere yıkıldı.
Artık iki tarafın da beklemeye tahammülü kalmamıştı. Çapışma, bir anda şimşek hızıyla başladı. Kılıç şakırtısı, ok vınlaması, at kişnemesi ve deve böğürmesi ortalığı kapladı. Allah yolunda savaşmaya can atan mücahitler, kahramanca dövüşmeye başladılar.
Ebû Dücâne’nin Peygamberimizden Kılıcı Alması
Resûl-i Ekrem’in elinde bir kılıç vardı. Üzerinde, “Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve itibar var! İnsan korkaklıkla kaderden kurtulamaz!” meâlindeki beyit yazılı idi.
“Bu kılıcı benden kim alır?” diye sordu.
Birçok sahabe birden atıldı. “Ben, ben yâ Resûlallah!” diyerek ellerini uzattılar.
Bu sefer Peygamberimiz, “Bunu, hakkını vermek üzere kim alır?” diye sordu.
Yine hararetle isteyenler çıktı. Aralarında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Zübeyr b. Avvam da vardı. Hz. Resûlullah vermek istemedi.
Bu sırada korkusuz, gözünü daldan budaktan sakınmayan biri ortaya atıldı. Ebû Dücâne’ydi bu! Hz. Resûlullah’a, “Nedir onun hakkı yâ Resûlallah?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Hakkı, eğilip bükülünceye kadar onu düşmana sallamandır!” buyurdu.
Bunun üzerine Ebû Dücâne, “Yâ Resûlallah! Ben onu, hakkını yerine getirmek üzere alıyorum!” dedi ve Hz. Resûlullah’tan kılıcı teslim aldı.
Ebû Dücâne, elinde Resûl-i Ekrem’in şartlı teslim ettiği kılıcı, başında ise kırmızı sarığı olduğu halde müşriklere doğru çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Bunun üzerine Fahr-i Âlem Efendimiz, ashabına şu ölçüyü ders verdi:
“Bu öyle bir yürüyüştür ki Allah onu, şu yerin (harp halinin) dışında hiçbir zaman sevmez!”[37]
Ebû Dücâne, şimşek süratinde düşman safları arasına girdi, kılıcını var kuvvetiyle hakkını vermek için sallamaya başladı. Önüne geleni bir iki darbede yere seriyor, durmadan ilerliyordu. Bir ara dağın eteğinde deflerle müşrikleri savaşa teşvik eden kadınların yanına kadar vardığını fark etti. Orada biri müşriklere hiddetli hiddetli bağırıyor, onları vuruşmaya teşvik ediyordu. Yanına yaklaştı, kılıcını kaldırıp vuracakken, hasmından bir çığlık koptu. Bu, Ebû Süfyan’ın karısı Hind’in çığlığı idi. Ebû Dücâne, ona kılıç sallamaktan geri durdu. Kendisini o sırada gören Hz. Zübeyr b. Avvam, sonradan, neden o kadına kılıç sallamadığını soracak, Ebû Dücâne ise şu cevabı verecektir:
“Resûlullah’ın kılıcına hürmetimden, o kadının kanına bulaştırmak istemedim!”[38]
Diğer taraftan, Hz. Hamza, elinde iki kılıç, “Ben, Allah’ın Arslanıyım!” diye diye bir öne bir arkaya dönerek kılıcını sallıyor, müşriklerin üzerine cesaretle saldırıyordu.
Mücahitlerin hepsi de düşmanla cesurca dövüşüyor ve kıyasıya mücadele veriyorlardı!
Düşmanın Bozguna Uğraması
Şirk ordusu, mücahitlerin bu kahramanca dövüş ve çarpışması karşısında fazla dayanamadı. Kendilerini bir korku ve dehşet sardı. Gerisingeri kaçışmaya başladılar. Müşrik kadınlar defler çalıyor, şarkılar söylüyor ve paniğe kapılıp kaçan askerleri geri çağırıyorlardı. Ancak cesaretin kaynağı imandan mahrum kalbe deflerin çalınması, şarkıların söylenmesi ve şiirlerin okunması bir fayda veremiyor, müşrik askerleri gerisingeri her şeylerini, canlarını kurtarmak uğrunda terk ederek kaçıyorlardı.
Harbin ilk safhası, işte böylesine mücahitlerin üstün çarpışmaları ve Allah’ın yardımıyla Müslümanlar lehine neticelendi.
Uhud’un İlk Şehidi
İslam ordusu henüz bozulmamıştı. Bu esnada bir müşrik tarafından Abdullah b. Amr b. Harâm şehit edildi. Uhud’un ilk şehidi, bu mücahit oldu.
Oğlu Hz. Cabirder ki:
“Babam Uhud Seferi’ne çıkmak için hazırlandığı sırada, geceleyin beni yanına çağırdı ve ‘Yavrucuğum! Belli olmaz. Belki de yarın Uhud günü ilk şehit ben olurum! Kız kardeşlerine iyi davranmanı vasiyet ederim. Üzerimde borç var. Borcumu öde!’ dedi. Gerçekten, dediği gibi, ilk şehit kendisi oldu.”[39]
Harbin Seyrini Değiştiren Hadise
Düşman ikiye bölünüp süratle harp yerinden uzaklaşırken, mücahitler de geride terk edilen ganimetleri toplamaya başlamışlardı. Ayneyn tepesinde vazifeli okçular ise, Uhud Meydanı’ndaki manzarayı seyrediyorlardı.
Bu arada, okçularda, yerlerinden ayrılıp mücahitlere katılma isteği uyandı. Onlar, harp bitmiş, kendilerinin görevi ise sona ermiştir düşüncesini taşıyorlardı. Ayrılmak isteyen okçulara, kumanları Abdullah b. Cübeyr, verilen emri hatırlattı: “Resûlullah’ın size söylediklerini, verdiği emri ve tâlimatı unuttunuz mu?” Fakat bu hatırlatmaya rağmen, kumandanlarıyla birlikte kalan birkaçı müstesna, diğerleri Ayneyn tepesini terk ederek harp sahasındaki mücahitlerin yanına vardılar. Onlarla birlikte ganimet toplamaya başladılar.
Hâlid b. Velid’in Fırsatı Değerlendirmesi
Birçok okçunun yerini terk etmesiyle İslam ordusunun arka cephesi müdafaasız kaldı. Harp dâhîsi ve Kureyş ordusunun süvari kumandanı Hâlid b. Velid de, zaten böyle bir fırsat kolluyordu. Harbin en hararetli zamanında da bu geçitten girmek istemiş, ancak okçular tarafından püskürtülmüştü.
Hâlid b. Velid, emrindeki kuvvetlerle tepede kalan on kadar okçuyu şehit ettikten sonra, Müslüman saflarının arkasına daldı. Hücum, ani ve beklenmedik bir anda olmuştu. Her şey birden değişiverdi. Mücahitler, düşman bozguna uğrayıp gitti diye gayet rahat idiler. Hatta bazıları silahlarını bile bırakmıştı.
Bu durumu görünce, kaçan Kureyş kuvvetleri de geri döndü.
Bu durumda mücahitler, iki ateş arasında kalmışlardı. Beklenmedik bir hücuma maruz kaldıklarından şaşırmışlardı. İki taraftan sarılınca kuvvetlerini haliyle kaybetmişlerdi.
Beklenmedik bir anda beklenmedik bir hücum, beklenmedik bir netice doğuruyordu.
İslam Ordusunun Dağılması!
Önden ve arkadan hücuma maruz kalıp sıkıştırılan mücahitler, bir anda kendilerini toparlayamadılar ve ister istemez dağılmak zorunda kaldılar. Peygamber Efendimizin çevresinde her şeye rağmen 10-15 kadar sahabe kalmıştı. Bu bir avuç mücahit, canını dişine takarak, müşriklerden gelen oklara, mızrak ve kılıç darbelerine göğüs geriyor, vücutlarını siper ederek Kâinatın Efendisini korumaya çalışıyorlardı. Bu arada küfür ordusundan atılan taşlardan biri, Hz. Resûlullah’ın sağ alt çenesindeki mübarek dişlerinden birini şehit etti; bir diğer taş ise, alnını ve alt dudağını yardı. Abdullah İbni Kamîe adındaki kâfirin kılıç darbesiyle de, elmacık kemiği yara aldı. Darbenin şiddetiyle miğfer parçalandı ve iki halkası mübarek yüzüne battı.[40]
Sevgili Peygamberimizin mübarek yüzüne miğferin iki halkasının battığını gören Ebû Ubeyde b. Cerrâh, bir anda kendisini onun önüne atıverdi ve yanından bir an dahi olsun ayrılmayan Hz. Ebû Bekir’e, “Yâ Ebû Bekir! Allah aşkına olsun, Resûlullah’la aramızdan çekil. Bırak da mübarek yüzünden halkaları çıkarayım!” diyerek halkaların her birini dişleriyle çekip çıkardı. Bu arada kendisi de iki dişinden oldu.[41]
Öte taraftan, Mâlik b. Sinan (r.a.) ise, Fahr-i Âlem’in yüzünden akan kanları diliyle temizledi. Bu hareketi üzerine, Efendimizin, “Kanım kanına dokunan ve karışan kimseye cehennem ateşi erişmez” müjdesine muhatab oldu.[42]
Bir müşrik tarafından, Müslümanların düşürülmesi için kazılmış bir çukur vardı. İslam ordusunun bozulmaya yüz tuttuğu o dehşetli anda harbin şiddetinden dolayı farkına varamayarak, Resûl-i Ekrem, kazılmış olan çukura yanı üzerine düştü. Çukurun etrafı derhal mücahitler tarafından sarıldı ve düşman askerlerinin yaklaşmasına müsaade edilmedi.
Çukurdan çıkmaya muvaffak olan Kâinatın Efendisinin yüzü gözü kanlar içinde kalmıştı. Elini, kanayan yüzüne sürdü. “Kendilerini Rablerine imana davet ederken, Peygamberlerinin yüzünü kana bulayan bir kavim nasıl felâh bulabilir?” dedi.
Bu, bir sitemdi, bir serzenişti.
Cenab-ı Hak, Sevgili Resûlünün bu sitemi üzerine şu meâldeki ayetleri indirdi:
“Ey Resûlüm! Kulların işinden hiçbir şey sana âit değildir (senin elinde bir şey yoktur). “Allah, ya onlara (rahmetiyle) tevbe nasip eder, yahut zalim oldukları için onları azaba çarpar.
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır; O dilediğini bağışlar, dilediğini azaba uğratır. Allah, kulları hakkında çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.”[43]
“Zülfikâr Gibi Kılıç, Ali Gibi Yiğit Bulunmaz!”
Çok az sayıda Müslümanın, müşriklere karşı direndiği sıradaydı.
Peygamber Efendimiz, bir grup müşriğin kendisine doğru gelmekte olduğunu fark etti. Yanından ayrılmayıp kahramanca çarpışan Hz. Ali’ye, “Hücum et onlara!” diye emretti.
Allah’ın Arslanı Hz. Ali, cesaretle müşrik birliğinin üzerine yürüdü; onları püskürtüp, içlerinden birini de yere serdi.
Bu esnada Cebrail (a.s.), “Yâ Resûlallah! Bu, sizin için yapılan iyilik ve civanmertliktir” diye seslendi.
Peygamber Efendimiz cevaben, “O, bendendir, ben de ondanım” buyurdu.
Tam o esnada bir ses işittiler: “Zülfikâr gibi kılıç, Ali gibi yiğit bulunmaz!”[44]
Sa’d b. Ebî Vakkas’ın Müşriklere Ok Yağdırması
Mücahitlerin, Resûl-i Ekrem Efendimizin etrafından dağıldıkları esnada, Hz. Sa’d b. Ebî Vakkas da bir köşeye çekilmiş, kararsız duruyordu. Kendi kendine, “İçimden ne şehitlik arzusunu, ne de kurtulma arzusunu atabiliyorum!” diyordu.
O sırada mücahidin biri ona, “Yâ Sa’d! Resûlullah seni çağırıyor” dedi.
Hz. Sa’d, derhal Hz. Resûlullah’ın yanına vardı.
Sonrasını Hz. Sa’d şöyle anlatır:
“Resûlullah, beni önüne oturttu. Ok atmaya başladım. Her atışta, ‘Allahım! Bu senin okundur. Onunla düşmanını vur!’ diyordum. Resûlullah da (a.s.m.), ‘Allahım, Sa’d’ın duasını kabul et! Allahım, Sa’d’ın atışını, okunu doğrult! Devam, devam Sa’d! Babam, annem sana feda olsun!’ buyuruyordu. Her ok atışımda Resûlullah (a.s.m.) aynı duayı tekrarlıyordu.
“Ok çantam boşalınca, Resûlullah (a.s.m.), kendi çantasında bulunan okları da birer birer yayıma yerleştirip attırdı. Okları yaya yerleştirmekte, o, herkesten daha çabuk ve süratli idi.”
Hz. Ali der ki:
“Resûlullah (a.s.m.), anne ve babasını, Sa’d’dan başka hiç kimse hakkında birleştirerek ‘feda olsun’ dememiştir. Uhud günü, ona, ‘At, ey Sa’d! Annem babam sana feda olsun! At, ey kısa boylu, kuvvetli delikanlı!’ buyurdu. Nebi’nin (a.s.m.) ondan başkasına böyle söylediğini bilmiyorum.”[45]
Hz. Talha b. Ubeydullah’ın Kahramanlığı
Harbin en nâzik ve dehşetli ânı idi. Müslümanlar, önden ve arkadan hücuma geçen müşrik kuvvetlerinden kendilerini kurtarmak için tepelere doğru çıkıyorlardı. Hz. Resûlullah’ın etrafında kala kala on beş kadar mücahit kalmıştı. Bunlar, Peygamber Efendimizle birlikte sabır ve sebat göstererek müşriklere karşı kahramanca savaşıyorlardı. Bunlardan biri de Hz. Talha b. Ubeydullah idi.
Müşriklerin Resûlullah’ın dört tarafını sardıkları sırada, Hz. Talha sağa sola dönerek kılıcıyla onları uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Bir ara, müşriklerin keskin nişancı okçularından Mâlik b. Züheyr, Efendimize nişan alıp bir ok attı. Hz. Talha, bu okun Kâinatın Efendisine isabet edeceğini anlayınca, buna mani olmak için, elini oka hedef tuttu. Son süratle gelen ok, parmağını delip, elini çolak yaptı.[46]
Peygamber Efendimiz, “Yeryüzünde gezen cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talha b. Ubeydullah’a baksın!” buyurdu.[47]
Hz. Resûlullah’ı korumak uğrunda müşriklerden gelen kılıç darbelerine ve oklara vücudunu siper eden Hz. Talha’nın baş ve gövde damarlarından biri kesildi. Gövdesi yaralar içinde kaldı. Fazla kan kaybından bayılıp yere düştü. O sırada Hz. Ebû Bekir, Peygamberimizin yanına geldi. Resûl-i Ekrem, ona, “Amcanın oğluyla ilgilen” dedi.
Hz. Ebû Bekir yüzüne su serpince, Hz. Talha kendine geldi. Yaralarının acısı sızısı umurunda değildi. Şahsını düşünmüyordu; uğrunda bunca fedakârlığa katlandığı zâtın durumunu merak ediyordu. Başucunda duran Hz. Ebû Bekir’e, “Resûlullah ne yapıyor?” diye sordu.
Hz. Ebû Bekir, “İyidir. Beni sana o gönderdi” diye cevap verince, bu kahraman ve fedakâr sahabe, “Allah’a şükürler olsun! Resûlullah sağ olduktan sonra her musibet bizim için hiçtir!” diye konuştu.[48]
İ’lây-ı Kelimetullah uğrunda gösterdiği bunca kahramanlık ve fedakârlıktan dolayı, Hz. Resûlullah tarafından bu harpte “Talhatü’l-Hayr (Hayırlı Talha)” olarak adlandırılan Hz. Talha’nın, Uhud’dan döndüğü zaman vücudunda tam yetmiş beş yarası vardı. Başı dört köşeli yarılmış, uyluk damarı baştan aşağı kesilmişti. Eli ise çolak olmuştu.[49]
Hz. Hamza’nın Şehâdeti
Müslümanların tepelere doğru dağıldıkları karışık hengâmede idi.
Hz. Hamza, var gücüyle müşriklere karşı direniyor ve “Allahım! Müslümanların şu hallerinden dolayı sana sığınır, senden af dilerim” diye dua ediyordu.
Müşrikler, onun yanına pek yaklaşamıyorlardı. Onu uzaktan vurup düşürmenin çaresini arıyorlardı.
Mekke’de, “Vahşî” adında bir köle vardı. Habeş usûlüne göre kargı atmakta oldukça maharetli ve becerekli idi. Tespit ettiği hedefe isabet edemediği pek az olurdu.
Kureyş ordusu Mekke’den ayrılmadan önce idi. Efendisi Cübeyr b. Mut’im, kölesi Vahşî’yi yanına çağırmış ve “Orduya katıl. Eğer Muhammed’in amcası Hamza’yı, amcam Tuayme b. Adiyy yerine öldürürsen hür ve azatsın” demişti.[50]
Bedir’de babası öldürülen Ebû Süfyan’ın karısı Hind de, bunun için Vahşî’ye birçok mükâfat vadetmişti.
Bu sebeple Vahşî, harp boyunca Hz. Hamza’yı gözetip duruyordu.
Hz. Hamza’nın müşrikleri kasıp kavurduğu, kılıcıyla biçtiği bir sıradaydı. Vahşî, fırsat kollamak için bir kayanın arkasına gizlenmiş, bekliyordu.
Düşmanın üzerine doludizgin yürüyen Hz. Hamza’nın bir ara ayakları kaydı ve arkaüstü yere yıkıldı. Keskin bir nişancı olan Vahşî, mızrağını fırlattığı gibi bu kahraman sahabenin böğrüne sapladı ve onu şehit etti. Vahşî, bununla da yetinmedi; Ebû Süfyan’ın karısı Hind’in gönlünü yapmak için, göğsünü yararak ciğerini alıp ona götürdü. Üzerindeki kıymetli eşyaları, başardığı bu büyük işten dolayı Vahşî’ye çıkarıp veren Hind, intikam hırsıyla, bu aziz şehidin ciğerini çiğnedi.[51]Bununla da intikam hırsı dinmeyince, bizzat Hz. Hamza’nın başucuna vardı; burnunu, kulağını, kendine bilezik, pazubent ve halhal yapmak niyetiyle kesti.[52]
Mus’ab b. Umeyr’in Şehit Düşmesi
Mücahitlerin birçoğu oraya buraya dağılmıştı.
Her şeye rağmen Resûlullah’ın yanından ayrılmayan mücahitler de vardı. Bunlardan biri de, İslam ordusunun sancaktarı Hz. Mus’ab b. Umeyr idi.
İbni Kamîe denilen kâfir, bir ara atlı olduğu halde Resûl-i Ekrem Efendimize yaklaştı. “Gösteriniz bana Muhammed’i! O kurtulursa, ben kurtulmayayım” diyerek haykırıyordu.
Hz. Mus’ab, mücahitlerden birkaç kişi ve Nesibe Hâtun ile İbni Kamîe’ye karşı çıktı. Bu kâfir, Hz. Resûlullah’ı korumaya çalışan Hz. Nesibe’nin omuzuna bir kılıç darbesi indirdi. Nesibe Hâtun da, cesurca ona birçok darbe indirdi. Fakat bu müşriğin üzerinde iki kat zırh bulunduğundan darbeler pek tesir etmedi.
İbni Kamîe, önüne çıkan Hz. Mus’ab’ın sağ elini bir kılıç darbesiyle kesti. Hz. Mus’ab, İslam’ın izzet ve şerefini sembolize eden sancağı sol eline aldı. İbni Kamîe, bir kılıç darbesiyle sol elini de kesti. Bu sefer Hz. Mus’ab, sancağı kollarıyla tutup göğsüne bastırdı. O anda tek gayesi, bu zındığın Resûlullah’a ulaşmasına mani olmak ve İslam sancağını yere düşmekten korumaktı. İbni Kamîe, bu sefer mızrağıyla vücudunu deldi. Hz. Mus’ab, artık dayanamayıp yere yıkıldı. Böylece o da şehâdet şerbetini içenler arasına katıldı. Sancak da yere düştü.[53]
Hz. Mus’ab şehit düşünce, Peygamber Efendimiz sancağı Hz. Ali’ye verdi. Hz. Ali çarpışmaya gidince de, sancağı sonuna kadar Ebürrum taşıdı.
“Muhammed Öldürüldü” Yaygarası
Mus’ab b. Umeyr Hazretleri, zırhını giydiği zaman, Resûl-i Kibriya Efendimize pek benzerdi. İbni Kamîe de, Hz. Mus’ab’ı şehit etmekle, Peygamber Efendimizi öldürdüğünü zannetmişti. Derhal müşriklerin yanına vararak, “Muhammed’i öldürdüm!” dedi.[54]
Bunu duyan müşrikler, sevinç çığlıkları attılar. Onlardan birisi de, dağ başına çıkarak, “Muhammed öldürüldü!” diye yaygarayı bastı.
Bu dehşetli yaygarayı duyan mücahitlerin birden kolu kanadı kırılıverdi. İslam ordusunda umumî bir geri çekilme ve panik havası başladı. Her biri başka başka istikametlerden harp sahasını terk ediyordu. Bu dehşetli hengâmede, farkına varmadan, düşman askeri diye din kardeşlerine kılıç sallamaya kalkanlar bile oluyordu. Hatta bu karışıklık esnasında Huzayl b. Cabir, bir başka sahabe tarafından yanlışlıkla şehit edildi.
Mücahitlerin Hz. Resûlullah’ı Araması
Müşriklerin kopardığı yaygaraya inanmak istemeyen mücahitler, Hz. Resûlullah’ı aramaya koyuldular. Bunlardan Hz. Ali, hem önüne gelen düşman askerine kılıç sallıyor, hem de etrafa göz gezdirerek Peygamberimizi arıyordu. Harp sahasında bulunan mücahitlerin o anda en büyük ve tek arzusu, artık Resûl-i Kibriya Efendimizi bulmak olmuştu!
Bu esnada, yürekleri ferahlatıcı bir ses yükseldi: “Ey Müslüman! Müjde size: İşte Resûlullah!”
Bu sesin sahibi, Ka’b b. Mâlik’ti. Resûl-i Ekrem Efendimizi Şi’b mevkiinde, miğferinin altında pırıl pırıl parlayan mübarek gözlerinden tanımıştı. Müslümanlara seslenirken, eliyle de Resûl-i Ekrem’in bulunduğu yeri gösteriyordu.[55]
Peygamber Efendimiz, düşman tarafından nerede olduğunun bilinmesini istemiyordu. Müslümanlara müjdeyi veren Ka’b’a, eliyle, “Sus, sus!”[56]diye işaret verdi.
Artık Hz. Resûlullah’ın yeri tespit edilmiş ve etrafa yayılan haberin bir şayiadan ibaret olduğu anlaşılmıştı. Mücahitler, derhal Resûl-i Ekrem’in bulunduğu yere doğru koştular ve kendisini emniyet çemberi içine aldılar. O anda mücahitlerin bir tek gayesi vardı: Hz. Resûlullah’ın vücudunu muhafaza etmek. Bunu başardılar.
Nesibe Hâtun’un Kahramanlığı
Ümmü Umare Nesibe bint-i Ka’b…
Kocası ve iki oğluyla birlikte İslam ordusuna katılıp Uhud’a gelmiş; kocasıyla oğulları müşriklerle çarpışacak, kendisi de yaralanan Müslümanlara yardım edip su yetiştirecekti.
Ancak harbin ikinci safhasında Müslümanlar bozulmaya başlayıp Resûlullah’ın etrafında çok az sayıda mücahidin kaldığını gören Nesibe Hâtun, derhal Resûl-i Kibriya Efendimizin yanına vardı ve çarpışmaya koyuldu. Kılıçla, okla, Resûl-i Zîşan Efendimizi, müşriklerden korumaya çalıştı. Bu sırada yaralandı. Peygamber Efendimiz, sağına soluna baktıkça hep Nesibe Hâtun’un müşriklere karşı koyduğunu görüyordu. Şöyle buyurdu:
“Ey Ümmü Umare! Senin katlandığın, dayanabildiğin şeye, herkes dayanamaz ve katlanamaz!”
Peygamber Efendimiz, Nesibe Hâtun’un omuzundan aldığı yarayı görünce, oğlu Abdullah’a, “Annenin yarasını sar!” dedi.
Sonra da şöyle buyurdu:
“Ev halkınıza Allah mübarek kılsın: Senin annenin makamı, filanca ve filancaların makamından hayırlıdır! Babanın makamı da filan ve filanların makamından hayırlıdır! Senin makamın da filan ve filanların makamından hayırlıdır! Allah, sizin ev halkınıza rahmet etsin!”
O esnada imanın verdiği cesaretle müşriklere karşı cesurca kılıç sallayan Nesibe Hâtun da, “Yâ Resûlallah! Allah’a dua et de, cennette sana komşu olalım!” dedi.
Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Allahım! Bunları cennette bana komşu ve arkadaş et!” diye dua etti.
Bunun üzerine, Nesibe Hâtun, sevinç içinde, “Bana artık dünyada ne musibet gelirse gelsin gam çekmem; bu bana yeter!”[57]diyerek Allah ve Resûlullah’a karşı olan muhabbet ve bağlılığını ortaya koydu.
“O, Cehennemliktir!”
Müslümanlar safında mertçe çarpışıp cesaretle düşmanın üzerine hücum eden biri vardı. Hatta Müslümanlar arasından müşriklere ilk ok yağdıran da o olmuştu.
Gariptir ki Kuzman adındaki bu adamın ismi her ne zaman zikredilse, Efendimiz “O, cehennemliktir” derdi. Sahabeler, bunun sırrını bir türlü çözemiyorlardı.
Kuzman, harbin en şiddetli ânında büyük kahramanlıklar gösterdi. Hatta İslam ordusu bozulup dağıldığı sırada kılıcının kınını kırdı ve “Ölmek, kaçmaktan hayırlıdır! Ey Evs Hanedanı! Siz de benim gibi, şeref ve şan için çarpışınız” diye seslenerek müşriklerin arasına daldı. Yedisini sekizini öldürdükten sonra, kendisi de muharebe meydanında yaralanıp kan revan içinde kaldı.
Sahabeler hâlâ Efendimizin, “O, cehennemliktir” sözünün manasını anlamış değillerdi: Bunca, kahramanlık ve cesareti Müslümanlar safında gösteren Kuzman, nasıl cehennemlik olabilirdi?
Ancak Hz. Resûlullah, Kuzman’ın gerçek yüzünü Cenab-ı Hakk’ın bildirmesiyle biliyordu.
Ağır yaralarının sızısıyla kıvranan Kuzman’ı, sahabeler, “Tebrikler ey Kuzman! Cenneti müjdeleriz sana!” diyerek tebrik ettiler.
Kuzman ise, verdiği cevapla, gerçek mahiyetini ortaya koydu: “Ne diye beni tebrik ve tebşir ediyorsunuz? Benim maksadım şehâdete ermek değildir. Dinin muhafazası hususu dahi asla hatırımdan geçmemiştir. Ben, kavmimin gayreti için ve Kureyşliler, Medine hurmalıklarına zarar vermesin diye çarpıştım!”[58]Yaralarının ağrısı şiddetlenip yaşayacağından ümidini kesince de, bir ok alıp kolunun damarını keserek intihar etti.[59]
Sahabeler, bundan sonra, Resûl-i Kibriya Efendimizin sözünün hakikatini anladılar. Kuzman’ın bunca kahramanlığı ve fedakârlığı, Allah yolunda, Allah için değil de, kavminin ve kabilesinin şan ve şerefi ile Medine’deki hurmalıklarını korumak uğrunda gösterdiğini öğrendiler.
“Kuzman’ın kendi kendisini öldürdüğü” haberini alan Resûl-i Kibriya Efendimiz, “Allahü Ekber! Allahü Ekber! Ben, Allah’ın Resûlü olduğuma şüphesiz şehâdet ederim!” dedi. Sonra da, “Şüphe yok ki Allah, isterse, bu dini fâcir bir adamla da teyit eder!”[60]diye buyurdu.
Amellerin makbuliyet ölçüsü ihlâs ve samimiyettir; yani, amelin Allah’ın rızası gözetilerek yapılmış olmasıdır.
İhlâsla söylenmeyen bir sözün, yapılmayan bir hareketin, gösterilmeyen bir kahramanlığın Allah katında hiçbir kıymeti ve değeri yoktur. İşte, bunun apaçık bir misâli Kuzman hadisesidir.
Resûl-i Ekrem’in, Kavmine Duası
Çok az sayıda mücahidin, yağmur gibi yağan müşrik oklarına karşı, kendisini korumaya çalışırken, Resûl-i Kibriya Efendimizin mübarek dudaklarından ise şu cümleler dökülüyordu:
“Allahım, kavmimi affet, onlara doğru yolu göster. Çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.”[61]
[22] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[23] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 68; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[24] Âl-i İmrân, 122.
[25] Âl-i İmrân, 166-167.
[26] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 164-165.
[27] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 165.
[28] İbn Sa’d, a.g.e., c. 1, s. 502-503.
[29] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 165.
[30] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 69; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 39.
[31] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 70.
[32] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 70; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 40.
[33] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 40.
[34] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 70-71; İbn Sa’d, a.g.e., c. 2. s. 40.
[35] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 41.
[36] Taberî, Tarih, c. 3, s. 17.
[37] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 71.
[38] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 73; Taberî, Tarih, c. 3, s. 15.
[39] İbn Kesir, Sîre, c. 3, s. 87; İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 3, s. 232.
[40] İbn Hişam, a.g.e., c. s. 84; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 410.
[41] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 85; İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 410.
[42] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 85.
[43] Âl-i İmrân, 128-129.
[44] Taberî, Tarih, c. 3, s. 17.
[45] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 141; Buharî, Sahih, c. 3, s. 22-23, İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, c. 2, s. 290.
[46] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 217.
[47] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 85; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 644.
[48] Vakidî, Megazi, s. 199.
[49] İbn Sa’d, a.g.e., c. 3, s. 218.
[50] İbn Hişam, a.g.e., c. 3. s. 76.
[51] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 76.
[52] Halebî, İnsanü’l-Uyûn, c. 2, s. 275.
[53] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 42.
[54] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 77.
[55] İbn Sa’d, a.g.e., c. 2, s. 46.
[56] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 88.
[57] İbn Hişam, a.g.e., c. 3, s. 84-86; İbn Sa’d, a.g.e., c. 8, s. 413-415.
[58] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 171-172; Taberî, Tarih, c. 3. s. 26.
[59] İbn Hişam, a.g.e., c. 2, s. 172; Taberî, a.g.e., c. 3, s. 26.
[60] Taberî, a.g.e., c. 3, s. 26.
[61] İbn Seyyid, Uyûnü’l-Eser, c. 2, s. 24.